İlk Düdenyayla Gezim /29 Ekim 1990

Düdenyayla Düdeni'nin bende yeri ayrıdır. En sevdiğim mağaralardan biridir. Zordur, kolay kolay teslim olmaz ama bir o kadar da sevdirir kendini.

1990 yılında yapılan 1.Sempozyum'da Serdar Bayarı'nın verdiği ihbar ile yazın BÜMAK'tan ufak bir grup, Düdenyayla'ya gitmiş ve sanırım 60 m indikten sonra mağaranın devam ettiğini görünce dönmüşlerdi. Bende 1.Erkek yurdunda kaldığımdan her gün kulüp odasındayım. 29 Ekim yaklaşmıştı ve devam eden bu düdene gitme teklifinde bulundum. Kabul gördü. Neyse klasik ilan panomuza geziyi açtık ve gelmek isteyenler isimlerini yazmaya başladı. Bilmeyenler için söyleyeyim. İlan panomuzda A4 sayfa kağıda, en başta gezinin adı, gidilecek tarihler, ad soyad, hangi malzemeleri varsa veya eksikse (çadır uyku tulumu v.b.) telefon gibi ilgili boşluk alanlar gelmek isteyenler tarafından doldurulur.

Ben tabii neredeyse devamlı kulüpte olduğum için arada gelenlerle konuşmalar filan bir heyecan bir heyecan, "aaa mutlaka gidelim süper olur" gibisinden laflardan sonra millet ismini yazıyor. Bakıyorum liste kabarıyor. Yaklaşık 10 kişi filan olduk..Ben, Evren, İlker, Togan, Esin, Nilay v.b. böyle gidiyor liste.

Yavaş yavaş zaman yaklaştıkça ilk kıvranmalar Togan'dan geldi. "Ya şimdi oralarda kar vardır, hayatta çıkamayız ben telefonla aradım çok kar varmış" diye diye önce kendisi vazcaydı sonra da birçok geleni farkında olmadan vazcaydırdı.

Öğrenci adamız o yıllarda tabii ki arabamız filan yok yani en azından ben o kadar zengin değildim. Şehirler arası otobüsle gideceğiz. Allahım ne eziyet!...Önce kulüp dolapları açılır, saatlerce bütün malzemeler toplanmaya başlar, birileri toplar birisi gezi malzeme listesi tutar. Onca eşya önce düzgünce çantalara yerleştirilir sonra kendi özel eşyalarınızı toplarsınız sonra üniversite'den Esentepe'ye garaj'a bir şekilde ulaşmanız gerekiyor, onu ayarlarsın sonra tam "oh be!" diyecek, otobüste yerini alacaksın, muavinle kavga kıvamında tartışmalar yaşardık. Çok fazla eşyanız var, ekstra para ödeyeceksiniz gibilerinden. Neyse bir şekilde o da halledilirdi. Ondan sonra ver elini yollar ama çilenin burada bittiğini sanmayın vardığınız yer, ya bir kasabadır ya da şehirdir. Haydi oradan da kampa kadar ulaşımı organize etmek için uğraşırdık. Kısacası eziyet. Fakat tatlı bir eziyet damakta tat bırakacak cinsten. Hafif mazoşist bir durum yani.

Gün geldi çattı fakat ortada adam yok. Kulüpte ben, Evren ve İlker varız. Aramızda konuşuyoruz, ben acayip gergin vaziyette "ben gidiyorum, gelen gelir" diye kestirip attım. Evren ve İlker'de benim kafadan olduğu için gidiyoruz diye karar aldık ve yola koyulduk. Akşam otobüse bindik yukarıda anlattığım harala güreleleri yaşadıktan sonra.

Sabahleyin, Beyşehir gölü'nün doğu tarafından Beyşehir'e giriş yapıyoruz. Gölün mavisi çok güzel arkada Dedegöl dağlarının zirveleri gözüküyor. Zirveye yaklaştıkça karların beyazı, dağların gri tonlarındaki dokusu ile güzel bir tezat oluşturuyordu. Nefis bir gün. Güneş ışıl ışıl, ağaçlar sonbaharın renklerini yapraklarından yansıtarak bu ışıltıda parlıyor. Moralim acayip iyi yerinde. Gara girdik, eşyaları boşalttık. Şimdi kamp alanına gitmek için bir ayarlama yapmamız lazım. Gittik, belediye başkanının karşısına çıktık. Sağolsun iyi karşıladı bizi, derdimizi anlattık, o da bize kırmızı dakota bir kamyonet ayarladı belediye'den. Eşyaları yerleştikten sonra hızlı bir son alışveriş'ten sonra bastık yola çıktık. Göl'ün yanından düz giden asfalttan sonra yavaş yavaş kendimizi kıvrılan orman yoluna bıraktık. Arada duruyor ve fotoğraf çekiyorum. İnanılmaz güzel bir manzara. Güney'e doğru bakarken gördüğüm koyu yeşil, sarı, kırmızı, kahverengi renklere, yukarıda mavi gökyüzüne serpilmiş bulut parçacıkları ufka doğru uzayıp gidiyor. Yavaştan, Dedegöl dağlarının güneyinden yaklaşıyoruz. Şimdiki açılan otoban yolu yok. Ormanlardan geçtik ve çıplak araziye geldiğimizde gördüğüm manzara çok ani yükselen bir duvar ve kör vadi gibi bir yerdi. Yayla'nın ortasında 40-50 metre uzunluğunda belime kadar gelen odun istiflemişler. Ne güzel yakacak sorunumuz olmayacak dedim içimden. Odun istifinin yanına eşyalarımızı attık ve şöför arkadaşa şu gün şu saatte gel diye tembihledik. Tamam dedi ve çıktı gitti. Bizim içimiz ikircikli acaba gelir mi diye? Neyse gelmezse o zaman düşüneceğiz artık diyerek çadırımızı attık. Vakit öğleden sonrayı geçmiş ve dik duvarlardan dolayı erkenden gölge düşmüştü. Çadırı atar atmaz, klasik ve geleneksel mağara ağzını tavaf etmek için hemen mağaranın ağzına gittik. Yürümeye başladığımızda, mağaraya doğru ilerleyen sel yatağı dikkatimizi çekmişti. Oha dedik buraya ne su girer kışın filan gibilerinden geyik yapa yapa mağara ağzına ilerledik.  Mağara ağzı, soldaki dik yamacın neredeyse 90 derece yine sol tarafta kalacak şekilde büyük bir fay kırığı ile ve yamacın neredeyse üçte biri yarılmış şekilde oluşmuş. Her ne kadar ilk inişler 70 dereceden daha dik olsa bile ağzının genişliğinden dolayı çok ama çok aşağıları görebiliyorduk. Hem hoşuma gitmişti hem de içimden işimiz var dedim. Döşemeyi nasıl başlatırız diye kafa yorduktan sonra mağara ağzından ayrıldık. Artık iyice karanlık basmaya başlamıştı. Hemen suyu, odunu ayarladık ve ateşimizi yaktık. Bir yandan yemek yapıyor bir yandan nasıl mağaraya gireceğimizi konuşuyorduk. Üçümüzün birden arkada kimseyi bırakmadan girmemizin doğru olmayacağını düşündük. Bir tehlike anında haber vermek üzere bir kişinin geride kalmasını uygun bulduk ama en yakın köye 2 saatlik yürüyüş mesafesinde olduğumuzu unutarak konuşuyorduk. Ateş başı muhabbeti koyulaşmıştı ama geyik muhabbettine dönmemişti. Bu seferde 2 kişi mağaraya girersek, bir kişi iki defa arka arkaya mağaraya girmek zorunda kalacaktı. Hem bizden genç hem de çömezimiz Evren atıldı ortaya ben girerim diye. Hemfikir olduk ve yattık.

Sabah yine güneşe kalktık. Güzel bir kahvaltıdan sonra, mağaraya gireceğiz. Hava acayip güzel. Ölçüm alınacak içeride ama Evren ölçüm almasını bilmiyor. Hemen klino ve pusulayı çıkarttım ve Evren'e ölçüm dersi verdim ayak üstü sonra hazırlanmaya başladık. Mağara'nın başına geldik. Kararımız ilk girişi ben ve Evren yapacağız. İlker, kampta bekleyecek. Evren üstünde mavi bir yağmurluk ile girmek istiyor mağaraya. Kumaşa bakıyorum "Evren bak bu ince bir su yersen ıslanırsın" diyorum ama dinletemiyorum. "Abi böyle hafif filan gibilerinden bir geyik yapıyor bana" bende "tamam ama söylemedi deme" dedim.

O zamanlar bizimde öyle süper iyi döşeme bildiğimizi zannetmeyin. Mağarada ne görürsen ve nasıl kaparsan. Evren tabii ki o zaman döşeme bilmiyor. Hemen pratik mağara ağzında anlatıyoruz kayaya nasıl dübel çakılacağını. Anlattıktan sonra "haydi dedik" Evren'e. O da ufak yalak tarzı aşınmış bir kayanın içinde oturuyordu, döndü ve başladı yere çakmaya. Ben ve İlker gevrek gevrek gülüyoruz. Evren azıcık daha uzağa çaksan dedik. Neyse Düdenyayla'da döşeme serüvenimiz böyle başladı. İlk iniş 27 m'nin yaklaşık son 7 metresinde balkon tarzı bir yer var oraya sürtünme hortumu taktık, ip kayaya sürtünüp zedelenmesin diye. İnişi yaptık. Önümüzde 4m*2m'lik bir göl var. Sağdan  yukarı çıkıp oradan döşeme yapıyoruz. V gibi bir çatlağa bir dübel çaktıktan sonra ilerlemeye devam ediyoruz. Yaklaşık 45-55 derece eğimle giden inişin ortalarında 2-3 ufak cadıkazanı olan 30-35 m'lik bir inişten sonra kumluk bir yere geliyoruz. Büyük bir kaya inişi bloke etmiş. Baktık hagada geçecek yer yok mecburen yandan dübel çakarak geçiyoruz. Burada mağara tavanı yüksek ama nispeten darlaşıyor. 1-2 m'lik bir enden sonra Evren buradan iniş yaptı. "Abi bu iniş göle iniyor" diyor. O zamanlar bizde de birazda yabancıların etkisinden su fobisi var. Uzun uzun baktıktan sonra 8-9 m yukarıda sağda bir balkona çıkıp beni beklemeye başladı, ben geldim ve devam ettim. İniş daral yerden bir anda çok büyük bir salona ve fay çatlağından sağa dönerek açılıyor.Bende baktım acaba inebilir miyiz diye? ııhıh.  Olmayacak. Bende balkona geldim ama bu zaman kadar yarım saat kaybettik. Balkonun sağında büyük bir kaya bloku var ve perlon bant atmaya müsait. Müsait ama çok büyük olduğu ve sağda olduğu için yukarıda sol taraftan gelen ip Evren'i dışarı çekiyor dolayısıyla Evren'e kayaya yanaşıp perlonu atamıyor bir türlü. Neyse aklıma göbek bağımı yukarıdan gelen ipe takıp Evren'i sağa çekmek geldi. Yaptım, yaptım ama belime müthiş ağrı girmeye başlamışken, neyse ki Evren perlonu atabilmişti. Kaya bloku sağ tarafta olduğu için gölün yanına inmeyi hedeflemiştik, Evren indi. Aşağıdan bir küfür geldi, göl uzunlamasına olduğu için gene gölün üzerindeydik. "Abi başlarım bu işe ben iniyorum göle" deyip indi. Sonra bir kahkaha geldi ve beni çağırdı yanına. Bende indim baktım karşıya geçmiş meğersem su dizlerin biraz üstünde kalmış. Gülüştük ama iki saat kaybettik sudan uzak döşemek için. Salon yaklaşık 20m*15m büyüklükteydi. İndiğimiz taraftan yaklaşık 10 metre ilerisinden karanlık bir yer yukarı doğru gidiyordu. Buradan bir kolun salona bağlandığına kanaat getirdik. Salonun sonundaki inişin başına geldik. Kısa 5 metrelik bir inişti. İpten tasarruf etmek için salonun diğer köşesindeki indiğimiz inişteki ipi havadan uzattık ve perlon attığımız bu 5 metrelik yere bağlantı yaptık. Perlonu sanırım uzun tutmuşum, Evren önden indi ve bir hafif ahh sesi geldi. "İyi misin Evren?" diye seslendiğimde, gevrek gevrek gülerek "gel gel" dedi. Bende ipe girdim ve yavaş yavaş perlondaki boşluğu almaya çalışıyorum ama bir anda artık ayaklarım boşlukta olduğu için "langg" diye 1 metre düştüm, o sersemlikle desandörle hızla kayıp birde baldırımı kayaya vurdum. Evren kahkahalarla bana gülüyor. İşin garip tarafı bende kendi halime gülüyorum neyse ki, leğeni çatlatmadık. Güle oynaya devam ediyoruz, hayda bir 5 metrelik iniş daha geliyor..Onu da geçtik bir 5-6 metrelik iniş daha geldi. "sıktı bu kısa inişler" diye düşüne düşüne bu inişi de yaptık. Önümüzde 1m*2m içinde su olan ufak bir cadıkazanın hemen dibinden bir başlayan bir iniş daha geldi. Taş attık...Evet nihayet bu iniş daha uzundu. Bağlantımızı yaptık ve Evrenim yine önde inişe başladı. Bayağı bir indikten sonra bağıra bağıra "abi burada derin bir cadıkazanı var ve yanlarından geçilmez şekilde" seslendi. Neyse biraz daha vakit harcadıktan sonra inişin ortasında sıkışmış bir kaya gördü ve bağırarak oraya gidip beni bekleyeceğini söyledi. "Gel sen bir bak bu göle" dedi bende "Tamam ama dikkatli ol sakın kıpırdama" gibilerinden bir lakırdı ettim. Bu bağırış çağrışları devamlı inişin başında cadıkazanını meydana getiren taşlara basarak yaptığımdan farkında olmadan bir tanesini yerinden oynatmışım, bir anda cadıkazanındaki su boşalmaya başladı, nereye? tam Evren'in tepesine..Bu iniş dar bir kanyon gibiydi. Bende akan sudan kaçmak için bacaklarımızı iki duvara sıkıştıra sıkıştıra, Evren'in olduğu kayadan yaklaşık 3-4 metre uzağından inmeye başladım. Evren'in tam karşısına gelince bastım kahkahayı...Fare gibi ıslanmaktaydı. Sen misin düştüğümde bana gülen!.."Evren beni dinleyecektin tulum giyecektin olum" dedim ama bir yandan da devamlı gülüyorum. Neyse onu suyun altında ıslanmaya bıraktım ve inişe devam ettim göle bakmak için. Hakikaten de geçilecek gibi değildi. Kanyon gibi duvarlar ve  tutunabileceğimiz bir çentik dahi yok. En az beş dakika bakmışımdır geçebilmek için ama nafile. O sırada Evren bağırdı "iniş buldum iniş"...Yanına geldim. Durduğu yer çok sakat olmakla birlikte arka taraftan başka bir galeriye iniş keşfetti. Oldukça dar olan bu yerden inişe devam edebilirdik. Acayip sevindik ama Evren'de titremeye başlamıştı. Çıkmaya karar verdik.

Çıktığımızda hava kararmış ve gece olmuştu. İlker merakla bizi bekliyordu. Hemen ateş yakıldı yemekler yapıldı ve tabii ki yaptığımız keşfin detaylarını konuşmaya başladık. Havamız çok iyiydi, bende gaza gelip bir iki ateş başı fotoğrafı çektim.

Yarın, Evren ikinci kez gireceği için mağaraya, dinlenmesi için biraz geç girdik. Hava yine süper, pırıl pırıldı. İlker ve Evren'in girişinden aklımda çok bir şey kalmadı. Bir hatırladığım bıraktığımız son inişin ortasındaki sıkışmış kayanın arkasındaki çatlaktan 30-40 metrelik iki kademeli inişi döşeyerek yapmışlar ve yine büyükçe bir salona gelmişler. Bu salonda sol tarafta büyük bir göl varmış ve İlker buraya "Çocuk Bahçesi" adını vermişti. Bu noktadan itibaren dönmeye karar verirler ve ölçüm almaya başlarlar.

Bende bu arada kampta tek başıma kalmış, ateş bile yakmadan yemek yedikten sonra akşam 9 gibi çadıra çekilmiştim. Çadırda uykuya dalmak için efor sarf ederken bir anda tepemin üstünde bir çığlık sesi ile resmen irkildim. Çadırın ayak ucundan başlayıp (süre olarak), başımı biraz geçerek, gecenin karanlığında sanırım bir yırtıcı kuştu nasıl bir çığlık atmaysa o, acayip bir şekilde geçti gitti. Bu çığlıktan sonra tek başına uyu bakalım uyuyabilirsen artık. Neyse uyandığımda bizimkiler gelmişti. ölçüm bitmemiş ama kumluğun oralarda bir yerdeydi artık. Ertesi gün, ben ve İlker girdik. Ölçümü bitirdik.

Bugün hava kapalıydı ve hafiften bir yağmur başlamıştı. Soğuktu. Ölçüm bitti ve malzemeleri toplayıp çıktık. Müthiş bir zafer ve gurur edası vardır ve tabii ki bu anı ölümsüzleştirdim.

Hemen eşyaları toplamaya başladık çünkü yağmur ıslatmaya başladı inceden inceden. Eşyaları topladıktan sonra merakla beklemeye başladık acaba şoförümüz gelecek miydi?.

Evet uzaktan kırmızı desoto gözüktü. Hemen eşyaları yükledik ve yola çıktık. Yorgun, mutlu ve bir o kadar da  gururla geri döndük.

Biraz da inat uğruna üç kişi oldukça zorlu bir mağarayı araştırdık. Araştırdığımız son nokta ise -160. metreydi. Bu seviyeye kadar döşeme yapmış, ölçüm yapmış ve bütün malzemeyi geri toplamıştık.

Fena bir performans değil hani.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KARANLIĞI FOTOĞRAFLAMAK (YERALTI VE IŞIKLI FOTOĞRAF ÇEKMENİN TARİHÇESİ) Chris Howes

EL ALEM NASIL YAPIYOR, NE YAPIYOR?

ASPEG`IN 10. YILI