NASIL MAĞARACI OLDUM?
Bir
subay çocuğu olarak hayatım çoğunluğu ya askeri sitelerde ya da
askeri kamplarda geçiyordu. 1984 yılında, İzmir’de ki İstihkam
lojmanlarında otururken üniversite imtihanlarına hazırlanıyordum.
Günlerden bir gün sitede oturan bir kız arkadaşımdan okuduğu
Boğaziçi Üniversitesi’nin bir kartpostalı geldi. “Hamlin
Hall” diye adlandırılan 1.Erkek yurdu ile “sosyete kantin”
diye sonradan adını öğrendiğim kantinin köşesinin bir
fotoğrafı idi. Fotoğraf sarmaşıklarla bezenmiş bir bina köşesi
ve pencerelerden oluşuyordu. Çok hoşuma gitmişti fotoğraf.
Baktıkça içimden “hangi bölüm olursa olsun” mutlaka
Boğaziçi’nde okumam lazım dedim kendi kendime.
Aradan
aylar geçmiş ve Boğaziçindeyim, okumaya başlamıştım. Bu
okulun havası farklıydı. Bir kere rahat ve özgürdü. Hemen her
üniversitede öğrenci olayları olurken burada yapılanlarla
kıyaslandığında Boğaziçindeki öğrenci hareketleri devede
kulak kalıyordu. Bende ortama yavaş yavaş ısınmaya başlamıştım.
Öğrencilerin kendilerini ifade edebilecekleri 20-30’a yakın
kulüp vardı ve her türlü değişik faaliyeti içeren kulüp
mevcuttu.
Ailecek
tatillerimizde dolaşmasını severdik ve genelde de dolaşmanın
sonu askeri kamplarda biterdi. Denize girmekten usanmıştım.
Babamın bizi Erzurum’da dağlarda piknik yapmaya götürmesi, buz
gibi akan derelerde serpme ile balık tutmaya çalışmasını
unutamadığım için üniversite’de doğa sporları ile ilgili bir
şeyler yapmak istiyordum.
Bir
gün, dersten çıktıktan sonra “Orta Kantin” dediğimiz kantine
doğru inerken sağlı sollu kulüplerin ilan panoları vardır. Bir
tanesi dikkatimi çekti. Kamp ateşi etrafında bir grup insan ve
arkada çadırlar gözüküyordu. İlan BÜMAK’a (Boğaziçi
Üniversitesi Mağara Araştırma Kulübü) aitti. İlanda,
mağaralara gidildiğini beraberce kamp yapıldığından ve ekipçe
hareket edildiğinden bahsediliyordu. Hoşuma gitti sanırım kamp
ateşi beni cezbetti. Mağaralar aklımın köşesinden bile
geçmiyordu o anda.
Orta
Kantin’e girdim. İçerde Tunç Teber Torosdağlı ile karşılaştım.
Tunç’u tanımam oldukça yeniydi. 1-2 gün önce spor festivalinde
beraberce gizlice çünkü paramız yoktu, bahçeden sızıp katıldığımız parti öncesi
tanışmıştık. “Kennedy Lodge” denen hocalarımızın yemek
yediği eski ve manzarası muhteşem bina’da spor kulübü parti
veriyordu. Tunç’la Finlandiya bayan basketbol ekibinin üyelerini
dansa kaldırmış ve o gece çok eğlenmiştik. Meğer, Tunç’un
babası da subaymış ve bizimkiler ailecek tanışıyorlarmış.
Merhabalaştık ve yanına oturdum. “Tunç ben doğasporları ile
ilgili bir şeyler yapmak istiyorum” dedim. Tunç hararetle
mağaracılıktan bahsetti meğersem mağaracıymış. Şans
dedikleri böyle bir şey herhalde. BÜMAK’ın ilanından ilham
alıp meğersem bir mağaracı ile konuşuyormuşum. 5-10 dakika
anlattı bana ne yaptıklarını. Sonra beni aldığı gibi gittik
kulüp odasına. I Erkek yurdunun altında “Study” denilen
çalışma salonunu çevreleyen odalardan bir tanesi idi, BÜMAK.
Kapıda bir de BÜDAK (Dağcılık Kulübü) ismi de yer alıyordu.
İçeriye girdiğimde tam devlet dairelerinde bulunan saçtan bir
masa, kırık dökük sandalyeler ve bir sürü eskice sayılabilecek
dolaplar. Hemen dikkatimi duvarda sulu boya bir resim çekti. Yarı
deliye benzer, sakalları uzamış başında kask olan birisi
betimlenmiş. Duvarda bir ilan panosu, yanında siyah beyaz adi
kartona yapıştırılmış botta mağaracı fotoğrafları, altta
camlı bir mini kütüphane. Kulüp odasını ne itici bulmuştum ne
de “hah işte benim yerim “ demiştim. Nereden bileyim yıllar
geçtikçe bu ufak odadan çıkmayacağımı.
Dolaplar
açıldı, bana malzemeleri gösterdi ve cırt… Elimde bir üyelik
makbuzu. Galiba 5 TL ödemiştim. Bende artık bir mağaracıydım.
Tunç’a “bende bırak mağaracılık malzemesi, kampçılık
malzemesi bile yok” dediğimi hatırlıyorum onunda bana “önemli
değil bir şekilde buluruz, hatta bavulla bile gelebilirsin”
gibilerinden bir şeyler söylediğini anımsıyorum. Yani kısacası
sen dert etme hallederiz demişti. Bende sonraki yıllarda yeni üye
avlama taktiğini aynen uygulamıştım.
Yeni
bir dünya’ya adım atmıştım. Adım atmıştım ama bir 6 ay
derslere çalışmaktan gerisini getirememiştim. Arada bir BÜMAK
odasına geliyor biraz vakit geçirdikten sonra gidiyordum. Daha
aidiyet duygusu gelişmemişti. O sırada sonradan eşim olacak Canan
Gürel ve İzmir’li kızlar grubu ile tanıştım. Şen şakrak
eğlenceli oldukça mütevazi bir kızlar grubuydu. Hepimiz
İzmir’liydik ve yatılı kalıyorduk. Okul, akşamları biz
yatılılara kalıyordu ve son damlasına kadar okulumuzun
güzelliklerini doya doya yaşıyorduk. Bir gün Canan’a
mağaracılıktan söz ettim. O da bir yıllığına öğrenci olarak
gittiği Amerika’da doğa kulubünde faaliyetlerde bulunmuş,
“beraber” gidelim dedi.
İLK
MAĞARAM
Bir
haftasonu, Çatalça’da İkigöz ve Kocain mağarasına gidilecek
diye ilan asmışlardı. Bizde yazıldık. Okuldan bir minibüs
ayarlandı. O zamanlar şehir sınırları içinde veya Istanbul’a
yakın yerlere okul’dan minibüs ayarlanabiliyordu, sonradan ne
olduysa kalktı bu uygulama. Minibüs’e doluştuk. Başımızda
Metin (Albukrek) diye bir arkadaş vardı tecrübeli olarak. Turuncu
turuncu mağara çantaları, kasklar ve Polonya karpit (sonradan
öğrendim Polonya malı olduğunu) lambalarıyla tanıştık.
Çatalca'da,
Kocain ve İkigöz mağarasına gitmeden yol üzerinde bir iki ufak
mağaraya baktık. Yol kenarında hazırlanırken, halim komikti.
Üzerimde t-şirt üzerine kazak, altımda blucin ve çin kesleri.
Kafamda karpit gazının yanması için gelen monte bir borulu işçi
kaskı ve karpit lambası. Metin arkadaşımız bize itinayla karpit
lambalarının nasıl çalıştığını, suyu ve karpiti nereye, ne
kadar koyacağımızı gösteriyor. Mağaraya gireceğiz diye
heyecanlıyız ama kursağımızda kalıyor çünkü mağara fazla
ilerlemiyordu. Atladık minibüse, ilkin İkigöz mağarasına
gittik. Bu mağaradan su çıkmaktadır. Mağaranın ağzına bir
dere yatağından ilerleyerek yeşilliklerin arasından geliyorsunuz.
Mağaranın ağzı 3-4 metre genişliğinde sol taraftan su akıyor
ve tavanı yaklaşık 1,2 m yani alçak. Hemen ağzında biraz ilerde
göl var ve bizde ilk defa hayatımızda Rus malı botumuzu
şişereceğiz. 2 tane hava deliğinden başladık üflemeye, çok
değil 2 dakika sonra başımız başladı dönmeye, kafamız
kıyaklaştı. Neyse, mağaraya girmek için hazırdık. Osman
Demirel, ben ve bir kişi daha bota bindik ve yavaş yavaş tavana
tutuna tutuna ilerlemeye başladık. Halimiz komikti, 3 kişi
ayaklarını bottan sarkıtmış, dip dipe ilerliyorduk. Tavanda çok
ince sarkıtlar vardı. Kırmamaya özen gösteriyorduk. Mağara
yaklaşık 200-250 m ilerledikten sonra tavanı çökmüş bir
şekilde yeryüzüne açılıyor ama devamı vardı ve ilk defa sifon
denen kapalı bir göl görecektik. Arada bir yarasalar geçiyordu ve
ben açık açık çekiniyordum yarasalardan, eskiden kötü
oldukları gibi bir imaj kalmıştı aklımda. Neyse tavan arada bir
bayağı alçalıyordu hatta bir ara sürte sürte geçmek zorunda
kaldık bir yerde ve nihayet açıklık yere geldik. Canan elinde
fotoğraf makinesi ile bekliyordu. Burada bottan indik, sifona
baktık. Sifon denen kapalı göl, suyun tavanı kapattığı duruma
deniliyordu, geçmek için dalmak gerekiyordu ve bizde de öyle bir
tecrübe yoktu. Tırmandık ve yolumuza yeryüzünden devam ettik.
Hatırladıklarım soldan sağa: Murat Eğrikavuk, Burak Barmanbek, ağaca astığımız Tunç Teber Torosdağlı, Canan ve ben önde....BÜMAK masası açtık, yeni üye avındayız.. |
Daha
sonra Kocain diye bir mağaraya gittik. Girişi yaklaşık 4 m'lik
çöküntü ile başlayan, aşağıya doğru yaklaşık 50 derecelik
bir inişle salona ve oradan da başka bir salona açılan, içinde
birçok yarasanın yaşadığı bir mağaraydı. Çelik telli
merdiven atıldı ve herkes aşağıya indi. Bir iki fotoğraf
çekiminden sonra ilk inişin altından yavaş yavaş aşağıya
doğru tek sıra halinde akıp tam karanlık bölgede olan diğer
salona geçtik. Havada ağır bir sidik kokusu vardı. Tepemizde
yarasalar yoğun kümeler halinde az duyulacak şekilde tiz sesler
çıkartıyordu. Benim yarasalardan çekinmem sonucu Canan'ın elini
tuttum ve farkında olmadan aramızda romantik bir ilişkiyi
başlatmış oldum. Akşam üniversiteye dönerken, Canan'ın ateşi
çıktı minibüste yarı uyuklar haldeydi ve ben hala elini ve başı öne düşmesin diye elimle tutuyordum.
Mağaracılık hayatımla, hayat arkadaşlığımın
başlangıcı hemen hemen aynı zamana denk geldi diyebilirim.
Yorumlar
Yorum Gönder